Yolda Olma Hali/Halki
Adada çoğu şey değişse de değişmeyen tek şey vapurdan iner inmez yüze vuran bu rüzgar. Aynı çocukluğumdaki gibi. Tuzlu, serin, sanki eski anıları usulca kulağıma fısıldıyor. Mayıs ayının güneşi bir başka sanki eski bir dost gibi, kışın yorgunluğunu usulca silip vücudu canlandırıyor. Ne bunaltıyor ne de yakıyor, tam kararında bir sıcaklık. Yaş mı aldık nedir? Eskiden böyle mi düşünürdük? Gençken Güneşse güneş, bas sıcaklığı derdik, bronzlaşmak iyidir, hassasiyet mi vardı bizde? Çantamda biraz kuruyemiş, bir şişe su, yedek tişört ve fotoğraf makinem var. Deniz pırıl pırıl, martılar havada süzülüyor.
İlk hedefim kahvaltı yapmak. Gerçi ada vapurunda da kahvaltıyı severdim o tostun kokusu yanında demleme bir çay. Ama bu sabah vapur çok kalabalık. Büfenin önünden bir geçtim, kuyruk vardı, transit geçiş yaptım. Zaten aklımda başka bir yer var. Heybeliada’da, gençliğimde her geldiğimde kahvaltı yaptığım Meltem Pastanesi. Küçük, camekanlı dükkan, masaları kareli şeklinde, vitrinde taze poğaçalar, simit ve börekler. Orada gençliğimle karşılıklı oturup birer çay içeriz, bir şeyler atıştırırız. Adımlarımı iskeleden pastaneye doğru çeviriyorum, rüzgar hala peşimde, martıların sesi fonda.
içime gömülüyorum. İnsan biraz yaş alınca, hele gençlik yıllarını düşününce sanki bir savaştan, bir kaostan çıkmış gibi hissediyor. Yoksa bana mı öyle geliyor? Öyledir, kıskaca alıyor bu dünya seni, kendinden geçiriyor. Başka bir sen oluyorsun, sonra debelenip duruyorsun çarkın içinde. Bir şeyler başarmak, kendini ispat etmek için koştururken kime, niye? Anne baba, ilerde kuracağın aile, belki kendin… Hallaç pamuğu gibi dağıtıldık. En fenası, o telaşta kendimizi unuttuk. Hiç durup o genç halime sormadım
- Hayırdır birader, sen ne arıyorsun burada? Bunca koşuşturma ne için?
Pastaneden gelen kokuyu almaya başladım gibi bu kokuyu takip etmem gerek kesinlikle,
Yolda yürürken gözüm az ilerdeki İlliasko yazlık evine takılıyor, Heybeliada’nın tarih kokan incilerinden biri. Kahvaltıdan sonra ilk durağım orası olacak. Bir zamanlar nice hikayelere ev sahipliği yapmış bu ahşap köşk, 1934’te Yunan Başbakanı Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterdiği ve İstanbul ziyareti sırasında konakladığı yer. Devlet adamları, sanatçılar, düşünürler. Kimler geçti o kapıdan, kimler oturdu o verandada? Belki bir bardak çay eşliğinde dünyayı konuştular, belki denizin sakinliğine daldılar. Sayısız önemli misafiri ağırlamış bu köşk, biraz yorgun ama hala mağrur, adeta -Beni unutmayın-der gibi bakıyor. Hemen arkasında tarihi Rum ilkokulu yükseliyor taş binanın sakin ama derin bir havası var, her köşesinde başka bir hikaye saklı gibi. Rotam belli oldu sanırım. Ama önce kahvaltı zamanı bu ada macerası için enerji toplamalıyım.
Rüzgar hala peşimde, usulca omzuma dokunup -Durma, yürü, anlat bunları- diyor. Meltem Pastanesi’nin köşesini dönüp bahçesindeki masalardan birine, kapı önü değil de yan tarafta sakin bir köşeye yerleşiyorum. Sırt çantamı çıkarıp yan sandalyeye bırakıyorum. Karşımda gençliğim oturuyor, birlikte kahvaltı edeceğiz. Çaylar, börekler gelsin muhabbet başlasın.
Çayım duman tüterken, gençliğim karşımda, gözlerinde o tanıdık ateş. Sanki dün gibi, ama aramızda yıllar var
- Nasıl düşüyoruz bu kaosun içine? diyor, sesinde hem isyan hem merak
- Neyi görmüyoruz, neyi kaçırıyoruz? Yüzüme bakıyor, cevabı benden bekliyor.
Böreğimden bir lokma alıp, çay bardağımı masaya bırakıyorum.
- Bak, diyorum, hayat bir döngü. Gençlikte fırtınalar, kaos… Hatırlasana, her şeyi fethetmek isterdik. Dersler, hayaller, arkadaşlar, aşk… Hep bir koşuşturma. Sonra bir düzen kuruyoruz, değil mi? Okul bitti, bir işe girdik, bir hayat inşa ettik. Ama tam tamam oldu derken, iş hayatı başka bir kaos getirdi. Toplantılar, hedefler, bitmeyen bir çark. Ona da bir düzen oturttuk, ama sonra ne oldu? Yeni kaoslar, yeni düzenler
- Yani diyorsun ki, bir sistem var ve biz bu sistemin içinde kayboluyoruz?
Sesi biraz meydan okuyan, biraz kırgın gençliğimin. Çayından bir yudum alıyor, gözlerini masadaya sabitliyor
- Evet diyorum, sistemsel bir kaos bu. Öyle güçlü ki, insanı yutar. %90 imiz bu soruyu bile sormadan göçüp gider. Gençliğim duraksıyor,
- Hangi soru ki? diyor.
Sesi bu kez daha yumuşak, sanki bir şeyleri çözmek ister gibi. Masadaki börek kırıntılarına bakıyorum, gülümsüyorum
- Hadi diyorum ışık güzelken Rum ilkokulunu ve illiaskoların evlerini fotoğraflayalım. Ama bu sohbet bitmedi, yolda devam ederiz diyorum
Çay bardağımı masaya bırakıp kalkıyorum, sırt çantamdan fotoğraf makinesini çıkarıp boynuma asıyorum. Sokağı geçip İlliasko’nun yorgun ama mağrur ahşap cephesini kadraja alıyorum. Ardından, Rum ilkokulunun taş duvarlarını fotoğraflıyorum. Makineyi göğsüme indirip yokuşa vuruyorum kendimi. Hedefim Ruhban Okulu.
Yokuşun eğimi dikleşiyor, adımlarım kısalıyor, nefesim hızlanıyor. Gençliğim zihnimde, hala yanımda kahvaltıdaki asi bakışları,
- Hangi soru ki? derkenki yumuşak sesi kulağımda. Ruhban Okulu’na çıkan patikaya sapıyoruz, rüzgar dalları usulca sallıyor
- İşte diyorum, soru da burada, cevap da.
Gençliğim kaşlarını kaldırıyor bir anlam ararcasına Nasıl yani? der gibi bakıyor. Yukarı doğru uzanan kırık taşlarla kaplı toprak yolu gösterip
- Bak diyorum bu yol gibi hayat. Düzensiz, engebeli. Sağa sola bakarsan, neler oluyor diye merak edersen, tökezlersin. Ayağını burkarsın, düşersin. Tüm dikkatin yolda olmalı.
Gençliğim başını sallıyor, sanki anlamaya başlıyor
- Yani diye devam ediyorum kaoslar, düzenler seni yoldan alıkoymamalı. Asıl soruya odaklan Neden buradayız, görevimiz ne? O büyük enerjiyi, içimizdeki kıvılcımı ancak bu yolda, bu dikkatle keşfederiz.
Ruhban Okulu’nun kapısına vardığımda nefes nefeseyim, yokuş epey yormuş. Kapıda bir hareketlilik var yirmibeş kişilik bir grup, rehber eşliğinde bahçeye doğru ilerliyor. Onlarla birlikte içeri süzülüyorum. Bakımlı, yemyeşil bir bahçe karşılıyor beni, Ruhban Okulu tüm ihtişamıyla yükseliyor. Fotoğraf makinesini kaldırıp birkaç kare yakalıyorum taş duvarlar, asırlık bir sakinlikle bakıyor. Grup, artık öğrenim olmayan sınıfları gezerken, iç bahçedeki 9. yüzyıldan kalma Aya Triada Kilisesi’ne varıyoruz. Rehber, kilisenin tarihini ve kurucusu Aziz Fotios’u anlatıyor. Ben de içeriyi fotoğraflıyorum, taşların gölgesinde asırların ağırlığını hissediyorum. Rehber yanıma yaklaşıp,
- Grubu da çeker misiniz? diyor
mail adresini ve numarasını veriyor. Çekerken, bildiğim bir detayı paylaşıyorum
- Aziz Fotios, emekli olup şu anda batık olan Kınalıada ile Bostancı arasında Vordonisi Adası’nda bir kilise kurmuş, vefatına kadar orada kalmış. 2012’de bir dalışta mezarı bulunmuş
Rehber, bunu grupla paylaşırken ben fotoğraflara devam ediyorum.
Ama asıl sürpriz, içimi titreten bir an. Yıllardır görmek istediğim, bir türlü nasip olmayan Ruhban Okulu Kütüphanense de dahil oluyorum. Rehberin izniyle gruba katılıyorum ve o kapıdan içeri adım atıyorum. Yüzyılların kokusu, el yazmalarının tozu, bin yıllık kitapların sessiz fısıltısı. Dünyanın en zengin üçüncü el yazması kütüphanesi burası. Raflarda geziniyorum, parmaklarım kitaplara değmeden havada duruyor. Çıktığımda hala inanamıyorum yıllardır beklediğim anı, bu gün yakaladım.
Ruhban Okulu’nun bahçesinden çıkıp merkeze doğru yola koyuluyoruz, gençliğim zihnimde, hala yanımda. Bu kez patikanın düzensiz taşlarını değil, asfalt yolu takip ediyorum rüzgar usulca enseme dokunuyor. Karşıda Hüseyin Rahmi Gürpınar’in evi, yanında tek bir selvi ağacıyla duruyor. Fotoğraf makinesini kaldırıp birkaç kare yakalıyorum selvi, sanki adanın yalnız ama mağrur bir bekçisi. Kütüphanenin yüzyılların kokusu hala genzimde, o kütüphaneye girebildiğime hala inanamıyorum. Gençliğime dönüyorum,
- Hadi sor diyorum, neye takıldın, ne bilmek istiyorsun?
Asfalt yolda, Hüseyin Rahmi Gürpınar’in evini ve yalnız selviyi geride bırakarak merkeze doğru yürüyorum. Ev, sanki bir Çalıkuşu sahnesinden fırlamış, sessiz ama hikayelerle dolu. Zamanında bu ev, sanatçıların uğrak yeriymiş. Ahmet Rasim’den nice edebiyatçılar, haftada birkaç gece burada toplanılır, sohbetler uzar, yemekler yenirmiş. Ahmet Rasim, o neşeli kalabalığın içinde sık sık kendini kaptırır, eve geç saatlerde dönermiş. Sabırlı karısı ses çıkarmaz, sadece içten içe onun erken gelmesini dilerdi. Bir gün, Ahmet Rasim yine evinden Hüseyin Rahmi Gürpınar’a gitmek için çıkarken, karısı usulca
- Sakın geç kalma, erken gel demiş.
Bu söz, Ahmet Rasim’in yüreğine dokunmuş. Yolda yürürken, hepimizin gönlünde taht kuran o şarkıyı yazıp bestelemiş
bu akşam gün batarken gel,
sakın geç kalma erken gel.
tahammül kalmadı artık,
aman geç kalma erken gel
Melodisi zihnimde çınlıyor, selvi ağacına bir kez daha bakıyorum. Sanki o da bu eski hikayeyi rüzgara fısıldıyor. kütüphanenin yüzyılların kokusu hala genzimde. Gençliğimin kararsız bakışlarını hissediyorum,
- Dostum, mesele şu: Hayat, iyiyle kötünün, ışığın karanlıkla savaşının sahnesi. Kaos, korku üretiyor o korku, en düşük enerji, yaratıcının üflediği kıvılcımı gölgeliyor. Hayatın koşturmacası, düzenin çarkı, bu enerjiyi daha da tüketiyor. Ama asıl görev, o kıvılcımı yükseltmek, pozitif alanda kalmak. Öze, merkeze yaklaşmak için korkudan uzak, ışığa yakın olmalıyız
Gençliğim başını eğiyor, sanki kahvaltıdaki -Hangi soru ki? şimdi bir cevap buluyor.
Abbas Halim Paşa Köşkü’nün arazisinden geçiyorum. Köşk artık yok, sadece bahçe duvarları ve giriş kapısı ayakta. Fotoğraf makinemle bir iki detay çekiyorum Mısır hiyeroglif simgeleri hala belirgin, bu bile yapının bir zamanlar ne kadar muhteşem olduğuna dair bir delil gibi. Rivayete göre çivisiz, yalnızca vidalarla inşa edilmiş bir köşk imiş. Vasiyet gereği, varisleri Paşa’nın ölümünden sonra köşkü söküp asıl memleketleri olan Mısır’a götürmüş. Aziz Nesin, Heybeliada doğumludur ve çocukluğunda Abbas Halim Paşa Köşkü’nün yan kapısında aşure günlerinde bekler, aşure alırmış. Köşkün ziyaretçileri arasında en başta İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u sayabiliriz zira Abbas Halim Paşa ile yakın dostmuş. Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı, Mehmet Akif Ersoy’un bir süre yaşadığı yer olarak bilinir ve bu bina da aslında Abbas Halim Paşa ailesinin kışlık konutuydu.
Merkeze yaklaşırken, İnönü Müze Evi’nin yanından geçiyorum. Pembe detaylarıyla göz kamaştıran bu köşk, Heybeliada’nın ve Türkiye’nin simgelerinden biri olan İsmet İnönü’nün 48 yıl yaşadığı yer. Meşhur -İnönü çivileme atlayışı- ile denize olan tutkusunu yansıtan İsmet Paşa, Köşkü satın alırken eski sahibiyle pazarlık yapmış, ancak parası yetmediği için eşyaları alamadan sadece binayı almış. Bir süre sonra köşkün kapısını açtığında, eşyaların hala orada olduğunu görünce şaşırmış. Atatürk, eşyaları ev sahibinden kendi parasıyla satın almış ve İsmet Paşa’ya yeni ev hediyesi olarak vermiş.
Yorulmaya başladım, dedim ya, yaş aldıkça adımlar ağırlaşıyor. Biraz soluklanmak için İsmet Paşa Köşkü’nün hemen yanındaki Helios Cafe’yi gözüme kestiriyorum. Gölgeli bir masaya usulca çöküyorum etrafımda Heybeliada’nın sakinliği, denizin hafif kokusu ve zihnimde gençliğimin hatıraları, sanki yanı başımda. Garsona soğuk bir limonata sipariş ediyorum, elimdeki fotoğraf makinesini masaya bırakıyorum. Objektifin yakaladığı kareler bir yana, gözlerimle zihnime kazıdığım anılar bambaşka. Gençliğime bakıyorum o yıllarda adayı bir çırpıda gezer, her sokağını keşfeder, yorulmak nedir bilmezdi. Şimdiyse bakışlarım sakin, sanki hayatın tüm sorularına cevap bulmuş gibi. Bugün için yoruldum, ama içimde bir kıpırtı var gezilecek, fotoğraflanacak daha nice köşe, nice hikaye var bu adada. Tek seferde Heybeliada’yı bitirecek kadar genç değilim belki, ama bu ada beni tekrar çağıracak, biliyorum. Çantamı toparlayıp son bir kez etrafa bakıyorum ağaçların gölgesi, köşklerin sessiz hikayeleri ve denizin mavisi içime işliyor. Şimdilik istikamet iskele, eve dönme vakti. Ama bu bir veda değil, bir sonraki buluşmanın sözü.