Yolda Olma Hali/Bir Anı Yakalamak


Vakit mi geçiyor, yoksa ben mi geçiyorum vakitten? Gölgemle aramdaki mesafe açılıyor ona sorsan saat iki gibi, bense hâlâ sabahın ilk ışığında gibiyim. Ne zamandır yürüyorum, unuttum. Fotoğraf makinem boynumda, ağırlığıyla bana eşlik ediyor, her adımda göğsüme sessizce çarpıyor. Yol bazen yokuş yukarı zorluyor, bazen düzlükte nefes aldırıyor. Derelerin şırıltısını dinleyerek, tepelerin sessizliğine karışarak ilerliyorum. 


Ne arıyorum?

Bilmiyorum. Belki de aradığım, arayışın ta kendisi.

Bu hayatı hiç bilmiyorum, bilesim de gelmiyor. Öğrenmek isteyene sormak lazım: Hayatın nesini bileceksin, en bilinmesi gereken kendinse? Oysa kendim bile bana yabancı. Paralel iki çizgi gibiyiz: biri ben, diğeri hayat. Öklid “Kesişmez,” demişti ama bilmiyordu ki eğri bir evrende tüm yollar bir yerde buluşur. O yer neresi, ne zaman? Hooop, dönüyoruz sözün başına. Ya vaktimiz var mı ki? Yolun yarısını çoktan geçmedik mi, hey gidi Cahit Sıtkı?


Yokuşu bitirdim sonunda. Düz bir alandayım şimdi; nefesim hâlâ hızlı, adımlarım ağır. Yol, dizlerimden çok belleğimi yoruyor sanki. Önümde küçük bir dere akıyor. Üstünde tahtadan bir köprü çürümeye yüz tutmuş, ama hâlâ direniyor. Dağların içinden gelen su burada gün yüzüne çıkıyor, aşağılara usulca süzülüyor. Bana bir şeyler fısıldıyor sanki: Hayat da içeriden dışarıya akar, tıpkı bu dere gibi. Her şey—duygular, düşünceler, anlam—içten dışa yayılır. Dışarıdan içeriye bir şey sızmaz; oysa biz hep tersini bekliyoruz, hayatın bize gelmesini istiyoruz. Hata burada başlıyor. İlk düğmeyi yanlış iliklemek gibi; bir kere şaşırdın mı, gerisi çorap söküğü—sorular, sorunlar, bitmeyen bir karmaşa.


Başımı kaldırıyorum. Derenin şırıltısına karışan yabancı bir ritim: uzaktan gelen at nalının taşa vuruşunun tok sesi. Kulak kesiliyorum. Fotoğraf makinesini gözüme götürüp vizörden bakıyorum, zumluyorum. İki at, yükleri sırtlarında, ağır ağır yürüyor. Yanlarında bir adam; elinde bir sopa, atları yönlendiriyor. Dağlar etraflarında yükseliyor, gökyüzü açık ama bulutlar tepelere tutunmuş. Adamın yüzünü seçemiyorum; omuzları kambur, sanki o da benim gibi bir şey arıyor. Bir kayaya yaslanıyorum, bekliyorum. Tahminimce buraya varmaları yarım saat sürer. Çok uzak değiller ama dolambaçlı yol, yolculuklarını yarım saate uzatıyor. Kayaya iyice yerleşiyorum; sert yüzeyi sırtıma batıyor ama garip bir huzur veriyor. Rüzgâr hafifçe esiyor, dereden gelen serinlik yüzüme çarpıyor. Atların nal sesleri, sanki zamanın kendi kalp atışıymış gibi, düzenli ama uzak bir ritimle yaklaşıyor. Kayadan kalkmadan, makineyi kucağıma alıyorum, parmaklarım deklanşörde, gözlerim ufukta. Sesler yaklaşıyor, ama hâlâ zaman var. Ruhum fısıldıyor: “Köprüden geçerken onları fotoğrafla.” O anı yakalamak istiyorum; tahta köprünün çatırtısı, atların gölgelerinin suya düşüşü, adamın sessiz kararlılığı—hepsi bir karede donmalı.


Ve işte, sonunda geliyorlar. Atların toynakları köprünün tahtalarına değdiğinde hafif bir çatırtı yankılanıyor. Köprü, ağırlıkları altında inliyor ama direniyor. Atların yükleri, eski çuvallarla dolu, iplerle sıkıca bağlanmış; her adımda hafifçe sallanıyor. Adam, atların yanında yürüyor, botları köprünün tozlu yüzeyinde iz bırakıyor. Yüzü hâlâ gölgede; duruşunda bir yorgunluk, bir teslimiyet var. Sanki o da yolun kendisini sorgulamaktan vazgeçmiş. Fotoğraf makinesini gözüme götürüyorum, vizörden bakıyorum. Atların gölgeleri suya düşüyor, derenin akışıyla birlikte dalgalanıyor. Deklanşöre basıyorum; o an donuyor. Tahta köprünün çatırtısı, atların ağır adımları, adamın sessiz varlığı—hepsi bir karede. Nefesimi tutuyorum. Belki de aradığım şey, bu karede saklıdır; belki de sadece bir anı, belleğime kazınacak bir iz. Köprüden geçip uzaklaşırken, ben hâlâ kayanın üstündeyim, makine elimde, gözlerim onların siluetinde, 


bekliyorum—belki de bir ömür boyu.






Bu blogdaki popüler yayınlar

Yolda Olma Hali/Tutunmak

Yolda Olma Hali (6)

Yolda Olma Hali/Sokaklar