Yolda Olma Hali (5)
Sabahın ilk ışıklarında yürümeyi oldum olası sevmişimdir. Gün, sessizliğin yavaşça dağıldığı o büyülü saatlerle başlar şehir, uykusundan sıyrılıp yeniden hareketlenirken, ben de yürüyüşe çıkarım. Acelem yok sadece bu anın tadını çıkarmak için buradayım.
Bu uyanışla birlikte, yeniden bereket dağıtılır sokaklara. Bu bereketten nasibini almaya gidenler, adımları hızlı, umutları taze, kendi hikayelerinin peşinde koşturur. İşe yetişmeye çalışanlar, kravatlarını son anda düzeltenler ya da montlarının fermuarını çekiştirirken bir yandan telefonlarına bakanlar, kaldırımda telaşlı birdans gibidir. Ben ise onların yanından sessizce geçerim, ritimlerine kapılmadan.
Kaldırım kenarında sırtındaki çantası gövdesinden büyük çocuklar servis bekler; bazıları uykulu gözlerle etrafa bakınırken, bazıları arkadaşlarıyla şen kahkahalar atar, çocukluklarının enerjisi sabahın serin havasına karışır. Belediye personelinin sokakları süpürme telaşı ise bu sahneye ayrı bir ritim katar
Hayat yelpazesi işte tam da budur: çeşitlilik, renk, ses ve hareket. Kimisi ekmeğinin peşinde, kimisi hayallerinin; ama ben, sadece sabah yürüyüşündeyim, şehrin nabzını dinleyerek yoluma devam ediyorum.
Bu telaşın içinde insan, bazen bir adım geri atıp hayatına bakma fırsatını bulduğunda, adeta bir hamster gibi bir çarkın içinde koşturup durduğunu fark ediyor. Sabahın o hızlı akışında, herkesin bir yerlere yetişme çabası, sokakların sesi, hareketi tüm bunlar bir an durup düşünüldüğünde, sanki bir döngünün içine hapsolmuş gibi hissettiriyor. Çark dönüyor, adımlar hızlanıyor, saatler ilerliyor ama nereye varıldığı bazen bulanıklaşıyor. İnsan bunu fark ediyor fark etmesine ya, ne çare ki bu çarkın dışına çıkmak öyle kolay değil.
Bu koşturmacada insan o kadar kırılıp dökülüyor ki, bu gerçeği hatırlamamak, kendisiyle baş başa kalmamak için elinden geleni yapıyor. Dinlenme zamanları bile bir kaçışa dönüşüyor; kendine eğlence ya da etkinlik dediği şeylerle, aslında bir nevi uyuşturucularla dolduruyor o boşlukları. Telefon ekranında kaybolan saatler, gürültülü müzikle bastırılan düşünceler, bir kahkaha atayım derken içten içe büyüyen bir yorgunluk. Çarkın dışına çıkmak bir yana, ona bakmaya bile tahammülü yok; çünkü o zaman yıkık dökük halini, ruhunun tozlanmış köşelerini, belki de yıllardır ertelediği o kırgınlıkları görecek. İnsan, bu yüzden hız kesmiyor, durmuyor; çarkın içinde kalmak, en azından tanıdık bir acı sunuyor.
Adımlarımı sevdiğim o kahve dükkanına çeviriyorum. Burası benim sabah ritüelimin son durağı. ara sokaklarından birinde, gösterişten uzak, salaş bir yer burası. Dışarıdan bakıldığında pek dikkat çekmez. kapıyı açıp içeri adım attığım anda başka bir dünya başlar. Her yer bembeyaz: duvarlar, tavan, hatta yerdeki karolar bile. Bu beyazlık, insanın ruhunu ferahlatıyor, sanki zihindeki karmaşayı silip yerine dingin bir boşluk bırakıyor.
İçerideki kalın tahta masalar, üstleri çiziklerle dolu olsa da tertemiz. Her bir çizik, burada yaşanmış bir hikayeyi fısıldıyor gibi. Masaların yanındaki koltuklar ise içine gömülmelik, öyle rahat ki, oturur oturmaz tüm yorgunluk omuzlarımdan kayıp gidiyor. Mekanda 10-12 masa var, ne çok kalabalık ne de bomboş.
Kapıdan girince burnuma taze çekilmiş kahve kokusu doluyor. Tezgahın arkasında, her zamanki barista, sakin hareketlerle espresso makinesini çalıştırıyor. Bana hafifçe gülümsüyor, “Her zamankinden mi?” diye soruyor. Başımı sallıyorum; sözlere gerek yok, burası zaten tanıdık bir sığınak. Kahvem hazırlanırken bir masaya yerleşiyorum, cam kenarında, sokağı görebileceğim bir yer seçiyorum. Dışarıda hayat akıyor: bir bisikletli geçiyor, elinde poşetlerle yaşlı bir teyze ağır ağır yürüyor, karşı kaldırımda iki çocuk kahkahalarla birbirine bir şey anlatıyor.
Kahvem geldiğinde, fincanın sıcaklığı avuçlarımı ısıtıyor. İlk yudumu alırken gözlerimi kapatıyorum; çarkın sesi burada iyice uzaklaşıyor. Beyaz duvarlar, tahta masaların dokusu, koltuğun yumuşaklığı… Burası, şehrin telaşından çaldığım bir mola, kendime hediye ettiğim bir an. Zihnimde yine o soru dönüyor: Çarkın dışına çıkmak mümkün mü?
Fincanı masaya bırakıp çantamdan not defterimi çıkarıyorum. Bir şeyler karalamak istiyorum; belki bu sabahın hislerini, belki de çarkın içindeki o tanıdık acıyı. Kalemi elime alınca, beyaz duvarların ilhamıyla, ilk cümle kendiliğinden dökülüyor: “Bazen durmak, koşturmaktan daha cesur bir seçimdir.”
Kahvemden bir yudum daha alırken, zihnimde dönüp duran o soru başka bir kapıyı aralıyor: İnsan kendini ne kadar seviyor acaba? Ya da daha önemlisi, bunu kendine ne kadar dürüstçe itiraf edebiliyor? Kalemim not defterinin sayfasında durmuş, beyaz duvarların sessizliği bu soruları daha da büyütürken, içimde bir yerlerde bastırılmış bir gerçek uyanıyor. Biz neden bu zulmü kendi kendimize reva görüyoruz? Bu çarkın içinde koşturup durmak, kendi ellerimizle inşa ettiğimiz bir hapishane değil mi?
Kader planı, sanki bir halı gibi dövüyor bizi, diye düşünüyorum. Dövüyor da dövüyor, tüm tozlarımızdan arınalım diye. Her darbe, her yorgunluk, her tökezleme; hepsi bir mesaj aslında. “Fark et,” diyor, “bu çarkı gör ve dışarı çık.” Kalemim yeniden hareket ediyor, bu düşünceler kağıda dökülürken içimde bir hafiflik beliriyor. “Bunu görüp tamam artık bunu fark ettim ve çarkın içinden çıkıyorum demeli,” diye yazıyorum. Bu cümle, sadece bir not değil, bir niyet gibi hissediliyor.
Barista tezgahın arkasından bir müzik açıyor; hafif, dingin bir melodi. İçerideki birkaç kişi kendi dünyalarında kaybolmuş, ama ben kendi içime dönüyorum. “Kendimi seviyorsam,” diye düşünüyorum, “buna değecek bir hayatı hak ediyorum. Ve bu, çarkın içinde kaybolarak değil, ona rağmen kendim olarak mümkün.” Kalemim kağıtta son bir cümle bırakıyor: “Şifalanmak, önce olan biteni kabul ederek ve kendimi severek başlamalı”
Sonra bir adım daha ileriye gidiyorum: “Başka kader programları yaşayarak, neden yaptıklarını bile bilmeden size zulüm yapanları affedin.” Bu düşünce, içimde bir yerleri titretiyor. Onlar da kendi kaderlerinin gereğindeler, tıpkı benim gibi. Hepimiz, bir illüzyonun içinde, bize biçilen senaryoları oynuyoruz. Bana kızan patron, beni kıran dost, beni yarı yolda bırakan sevgili… Onlar da kendi çarklarının içinde, kendi tozlu halılarını döven bir kaderin elinde. Affetmek, onları özgür bırakmak değil belki, ama kendimi özgür bırakmak.
Kahve dükkanının beyaz duvarları, bu düşünceleri daha da berraklaştırıyor. Gerçekliğimiz ne ki? “Gerçekliğimiz, ölecek olmamızdır,” diye yazıyorum. Öldüğümüzde, bu illüzyon dünya için çabaladığımız ne varsa yüzeyde kalacak. İş, para, statü, planlar… Hepsi bir avuç toprakla kapanacak. Var sandığımız bu bedenimiz ise toprağın altında kurda böceğe yem olacak. O zaman neden? Neden bu kadar anlam yükledik anlamsıza?
Bir an gözlerimi kapatıyorum. Biri gelip yarın öleceksin dese, ne yaparım? Eş, dost, aile, iş, güç… Kalır mı? Geleceğe dair planlar, o bitmeyen kaygılar, hepsi bir anda silinir mi? İşte bu soru, beni sarsıyor. “Ölmeden önce ölme halini içselleştirme,” diye mırıldanıyorum. Bu ana gelmek, tüm geçmiş ve gelecek kaygılarını sonlandırmak… Bunları biz yarattık oysa. Sonsuz, sınırsız bir ruhun karşısında, bu korkular, bu telaşlar nedir ki?
Kahvemden son yudumu alıyorum; fincanın dibinde kalan hafif telve, sanki geride bıraktığım o ağırlıkların son izi gibi. İçimde bir ferahlık, bir dinginlik var. Yüklerimden arınmışım belki hepsi bir anda kaybolmadı, ama onları taşımamaya karar verdim. Bu, yeterince büyük bir adım. Kalemimi not defterime koyup çantama yerleştiriyorum, koltuktan yavaşça kalkıyorum.
Kapıyı açıp dışarı adım atıyorum. Sabahın serinliği yerini günün hafif ısısına bırakmış, sokaklar hâlâ kendi ritminde akıyor. Ama bu kez o ritme kapılmıyorum adımlarım yavaş, acelem yok. Eve doğru yürüyorum, şehrin nabzını dinleyerek değil, kendi içimdeki sessizliği hissederek.